PODCAST

Yine… Yeniden… sitemder….

31 Mart 2023

SitemDer

Karanlık sularda güneş olmak…

İnsanlar öldükleri an değil, unutuldukları zaman ölürler…

Sokrates

Bir ara bir marangoza işim düşmüştü. İçeri girdiğimde görünen suntalar , benzer boylarda kesilmiş ahşaplar, laminatlar , talaş vs ile sıradan bir marangozhaneydi. Ben işinin başında bir şeylerle uğraşan marangozun gelmesini beklerken bir köşede duran bir şey dikkatimi çekti. Ahşap bir heykeldi bu.

Aslında yarısı oyulmuş bir kütük parçasıydı ama oyulan kısımlar o kadar ince işlenmişti ki figür sanki canlıydı ve onun içinden dışarı çıkmaya çalışır gibiydi.

Bu; elinde bastonu , oturan yaşlı bir adam tasviriydi. Belki de bir ermiş…Çünkü henüz tamamlanmamış olmasına rağmen ondaki bilgeliği , mistik havayı hissedebiliyordunuz.

Marangozhanedeki o birbirine benzer köşeli seri üretim mallar ile o kütüğün tokluğu , doğallığı, heykelin kıvrımlarındaki ince işçilik tezat oluşturuyordu. Vasatlığın içinde özgünlük , hamlığın içinde olgunluk , makinelerin içinde insan elinin yumuşaklığıydı bu tezat duygusunun nedeni.

Marangoz otuzbeş kırk yaşlarında bir adamdı. Benim neye baktığımı görünce suçüstü yakalanmış birinin utangaç ifadesiyle boş zamanlarında ahşap heykeller oymayı sevdiğini söyledi. Sonra yaptığı işle gerçekten ilgilendiğimi anlayınca da sohbete başladı, sohbet gittikçe koyulaştı ve sonunda sıra asıl büyük hayaline geldi. Bu hayal doğduğu yerde Selçuklu mimarisinde bir “han” inşa etmekti. Sonra durup dururken,

“Bütün derdim bir iz bırakmak “ dedi…

Bu sözleri hiç beklemediğim bir yerde beklemediğim bir anda duymak beni sarstı…

O heyecanlı heyecanlı “han”ı ile ilgili hayallerini anlatırken hayranlıkla dinledim. Gözümün önünden eski insanların yaptığı mimari eserler geçti. Hanlar , saraylar, camiler, tapınaklar, sfenksler, anıtlar. Her biri sadece basit araçlar kullanılarak, insan elleriyle yapılmıştı ve hala bizi büyülemeye devam ediyorlardı. Sonra, bugün bizi çevreleyen binaları düşündüm… Çelik, plastik, beton ve gri… Bugün bir kentten ötekine girerken görünüm değişmiyordu.

Oysa eskilerin inşa ettikleri yapıların üzerinde hala taş ustalarının izleri duruyordu. Işığın yansıdığı beyaz mermerleri , renk renk çinileri , oymaları ve bezemelerinin “kendine özgülüğü” ile her biri üzerinde yükseldiği toprağı yansıtıyordu.

Sonra düşündüm. Peki modern insan çok daha büyük teknolojik olanaklara sahip iken neden çevremize baktığımızda güzel mimari olarak niteleyeceğimiz binalar o kadar az yer tutuyor?

Yapılarda “görkem” artık yerini maddi güç gösterisine , huzur veren yerini kasvet ve baskı duygusuna bırakıyor, sadeliğin ise yerini basitlik alıyor? Artık “nasıl” yerine, “ne kadar” sorusunu soruyoruz sürekli.

Bugün pek çok şeyi bir düğmeye dokunarak halledebilir hale geldik. Hayatımızı sürdürmek için becerilerimizi ve yaratıcılığımızı kullanmaya daha az ihtiyaç duyuyoruz

Oysa bu eserleri yaratanlar inançla, azimle, akılla ve en önemlisi “elleriyle” çalışmışlar.
Ağır taşların altında ezilirken, inancı, kutsallığı, zerafeti yüceltmişler. Ruhlarını dantel dantel taşlara işlemiş, yarattıkları eserde sabrı, bilgiyi ve cesareti cisimleştirmişlerdi. Sadece kendi doğal dayanma gücüyle bugüne kadar gelebilen, tıpkı doğanın kendisi gibi gerçek eserler yaratmışlardı.

Usta mimar I.M. Pei demiş ki :

“Üç ya da dört şaheser inşa edebilmiş olmak, daima 50 ya da 60 binadan iyidir.”

Bugün biz, teknolojinin daha da hızlandırdığı yaşamımızda ruhumuzu yüceltecek güzellikleri algılamaya bile zaman bulamıyoruz . Sanki makinelerle yarışırken biz de makineleşiyoruz, duygularımızdan uzaklaşıyoruz. Herşey seri halde üretiliyor , çevremizdeki nesnelerin büyük bölümü artık “yapay”. Belki de sonsuz isteklerimizin peşinde koşarken; doğal, yalın ve güzel olana hevesimizi de yitirdik .

Oysa onlar günlük maddi yarar getirecek şeylere, geçici olana kanıp, yaratma cesaretlerinden vazgeçmemişler. Gılgamış’ tan buyana ölümsüzlük arayışı içinde olan insanı, çağlar ötesine taşıyanın, tarih karşısındaki duruşu olduğunu, kalıcı olanın bireyi ölümsüzleştirdiğini bilerek yaşamışlar.

…Hayalimde ta Mısır’ daki piramitlere kadar gittim. Uyum, denge, oran ve geometri ile ilgili mimari özellikleri bugün bile bizi şaşırtıyordu. Harika olmasının nedeni sadece o zamanın bilgisi ve teknolojisi ile gerçekleştirilmesinin çok güç olması mıydı? Bildiğim kadarıyla köleler yapmıştı. Sonra aklıma garip bir soru geldi :

Acaba çağlar sonra bile, bize hayatın anlamı konusunda ayna tutan bu eserlerin yapımında çalışanlar , varlıklarını anlamlı kılarak ölümsüzleşenler mi köleydi , yoksa modern dünyada günlük yaşamın kısır döngüsü içinde anıbirlik ihtiyaçlara teslim olmuş bir şekilde yaşayan bizler mi?

İşte bu soruların cevabını o marangozhanedeki talaş bulutunun arasından seslenen üstü başı toz içindeki  bu Gılgamış vermişti.

O da ölümsüzlüğü arıyordu.

“Bir iz bırakmak…” demişti… “bütün derdim bu…”

Bende iz bırakmıştı.

Yazar Hakkında

The following two tabs change content below.

Latest posts by Arşiv (see all)