EDWİN S. PORTER VE D.W. GRİFFİTH
“Her iletişim bir trajedidir”
Bir İletişim Dilinin Doğuşu
Sinemanın temelinde yatan yanılsama, beynin gözün ağtabakası üzerine düşen görüntüyü kaybolmasından sonra da kısa bir süre algılamayı sürdürmesi ve ardışık ağtabaka görüntülerini, hareket eder biçimde algılaması olgularına dayanır. Bu yüzden insan gözü, bir perde üzerinde belirli bir hızla (genellikle sessiz sinemada saniyede 16, sesli sinemada saniyede 24 kare) art arda yansıtılan film karelerindeki görüntüleri kesintisiz bir hareket içinde görür.
Gözün sinemaya temel oluşturan bu özelliği fotoğrafın bulunmasından çok önce biliniyordu, örneğin her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla çevrilmesiyle hareket izlenimi yaratılabiliyordu. 1832 de yapılan phenakistoscope ve 1834’te gerçekleştirilen zoetrope gibi optik aletlerle aynı temele dayanarak hareketli görüntüler oluşturulmuştu. 1839’da fotoğrafın bulunmasından sonra, hareketi eşit ve çok kısa aralarla sabit fotoğraflar olarak saptayan yöntemle Eadweard Muybriagef, yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan bir atın görüntülerini saptadı ve dönen bir disk içine yerleştirdiği bu fotoğraflarla hareketli bir görüntü yaratmayı başardı (1877).
Fransız fizyolog Etienne Jules Marey 1882’de kuşların uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken ve kamera takılmış bir makineli tüfeğe benzeyen bir aygıt geliştirdi.
1887’de ABD’li Hannibal Goodwin’in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması, bir yıl sonra da George Eastman’ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılan selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün ön koşulları hazırlamış oldu. Thomas Alva Edison ile yardımcısı William Kennedy Laurie Dickson‘ın yaptıkları kinetograf, kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 m’lik filmler üzerine saniyede 40 görüntü saptanabiliyordu. Edison kinetoskop adını verdiği bir gösterim aygıtı aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı.
Ama bu aygıt, gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. Kinetoskopların ticari olarak satışa sunulmasıyla birlikte Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu Black Maria’yı inşa etti.
Kinetoskopu Paris’te bir sergide gören Auguste ve Louis Lumiére, sinematograf adı verilen aygıtı geliştirdiler. Elle çalıştırılabilen bu aygıt, film çekimi ve gösterimi yapabiliyor ve 10 kg dolayındaki ağırlığı sayesinde de istenen yere taşınabiliyordu. Lumiére Kardeşler halka açık ilk film gösterimlerini 1895’te Paris’te Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de gerçekleştirdiler
Sinematograf hem film çeken, hem de gösteren bir aygıt olduğu için ancak 15 metrelik film şeridi alabiliyordu Bu yüzden ilk filmleri oldukça kısaydı Filmler; iskambil oynayanlar, bir demircinin çalışması, askerlerin yürüyüşü ya da bir bebeğin beslenmesi gibi günlük yaşamdan alınmış görüntülerden oluşuyordu Lumiére Kardeşler, “Lumiére Fabrikası’ndan Çıkan İşçiler” adlı filmlerini Lyon’daki fabrikalarında, bir öğle tatili sırasında çekmişlerdi Bir söylentiye göre “Ciotat Garı’na Bir Trenin Gidişi” adlı filmin gösterimi sırasında, kameraya doğru hızla yaklaşan tren görüntüsü izleyicileri dehşete düşürmüştü Sonraları kısa komediler, haber filmleri ve belgeseller de çektiler
Henüz eksik olan şey ise sinemaya sanat formu kazandıracak olan fotoğrafla dram sanatının buluşmasıydı. Ve George Meliés adlı Fransız çıkar ortaya. Bir ilizyonist olan Meliés’e göre ilk filmlerde eksik olan bir olay örgüsü karakter gelişimiydi.Ona göre sinemanın düşlemeye ihtiyacı vardı…Sırf gerçek görüntüler değil biraz kurmaca biraz ilizyonist…Böylece fotoğraf hileleri kullanarak bir kadının iskelete, kadın güreşçilerin erkeklere dönüştüğü, hayaletlerin dans ettiği filmler yaptı….
Daha sonra sinema dilinin temel öğeleri olacak değişik çekim ölçeklerini ve kamera açılarını kullanan ve bunları öykünün gelişimine göre değişik biçim ve ritimlerde kurgulayan ilk sinemacı ABD’li Edwin S. Porter oldu.
Edwin S. Porter (1870-1941)
Amerikan sinemasının kuruluş yıllarının en önemli yönetmenidir. Sinema alanına elektrikçi ve film göstericisi olarak adım atan Porter, 1899’da Edison’un yapımevine girdi. Kısa bir süre sonra da, Edison adına film yönetmeye başladı. 1899–1902 yılları arasında Meliés’nin çalışmalarını örnek alan filmler yaptıktan sonra, Amerikan sinemasının gelişmesinde önemli bir yere sahip filmlere imza attı. İlk önemli filmi, altı dakika uzunluğundaki “The Life Of An American Fireman – Bir Amerikan İtfaiyecisinin Yaşamı” (1903), kurguya dayanan bir sinema anlayışının ilk örneği oldu.
İtfaiyecilerin çabasıyla ana-kızın korkulu dakikalarının dönüşümlü olarak verilmesi, umutsuzluğun yükselişinin dramatik bir gerilim yaratması ve sonra mutlu ana-kızın kucaklaşması, ilk kez ustalıklı bir kurguyla veriliyordu. Her sahne, hem bir olay anlatıyor, hem de bir sonrakine eklenerek, yeni bir anlam oluşturmaya başlıyordu. Filmde, ilk kez yakın plan da kullanılıyordu. Bir sahneden bir sahneye geçiş ise kararma, açılma yoluyla yapılıyordu. Seyirci, gerçek bir olay karşısındaymış gibi itfaiyecilerle özdeşleşiyor, ana-kızın kurtarılmasını istiyordu. Daha önce, hiçbir film bu türden bir duyguya yol açmamıştı. Duygusal çözümün gerçekliğe yakın olması, seyircinin filmin kahramanıyla özdeşleşmesine yol açıyordu. Lumiére Kardeşler’in ya da Meliés’nin sinemasında görülmeyen özdeşleşme kavramı, Amerikan sinemasının temel doğrultusu olacaktı.
Amerikan sinemasının daha sonraki yıllarda izleyeceği yolu daha belirginleştiren film ise, yine Edwin S. Porter’in 1903 yılı yapımı filmi “The Great Train Robbery – Büyük Tren Soygunu” oldu.
1903 tarihli “Büyük Tren Soygunu” isimli filminde, oyuncuları sahnede derinlemesine yerleştirerek farklı bir şey yaptı. O güne kadar çekilen filmlerde oyuncuların hareketi yatay düzlemde soldan sağa ya da sağdan sola olacak şekilde düzenleniyordu. Fakat Porter filminde bir atlıyı arka plandan ön plana koşturarak derinlik hissi yarattı. Bir soyguncunun silahını kameraya doğrultup ateşlemesini yakın planda gösterdi. Filmi elle kırmızıya boyayarak silah patlaması efekti de verdi.
Porter aynı zamanda suni ışığı yaratıcı bir şekilde kullanan ilk kameramanlardan birisi idi. “The Seven Ages” (1905) adlı filmde tüm odayı şömine içine gizlediği bir ışıkla aydınlattı.
Porter, “Büyük Tren Soygunu” filminde gerçeklerden yola çıkıyor, itfaiyecilerin yaşamı yerine bir treni soymaya kalkan haydutları konu ediniyordu. Ama bu kez, dramatik gelişim çok daha ağır basıyordu. Filmin bölündüğü sahneler bir tren soygununun çeşitli aşamalarını konu ediniyor, haydutlar önce tren istasyonuna geliyor, sonra soygun yapılıyor, haydutların peşine düşülüyor ve haydutlar yakalanıyordu. Birbirini izleyen sahneler, bir olayı anlatmaktan çok seyircinin duyarlılığını etkilemeyi amaçlıyordu. Seyirci ilk kez bir dövüşmeyi yakından görüyordu. Film ayrıca, Amerikan sinemasının en önemli dalı olan Western sinemasının da ilk örneğini oluşturuyordu. Bu film 14 dakika sürer ve Edwin S. Porter’in en önemli filmidir.
“Büyük Tren Soygunu” gerek görsel gerekse dramatik yapısıyla sinemada Western’in keşfi sayılabilir. Western, aslında sadece bir sinema türü değil, Amerikan pop kültürünün önemli kaynaklarından birine verilen genel bir addır. 18. yüzyılın sonlarına doğru batının efsanevi kahramanlarının hayat hikâyelerini, serüvenlerini anlatan tiyatro oyunlarına, operalara, romanlara ve cep kitaplarına genel olarak Western denirdi. Porter daha sonra çevireceği “Küçük Tren Soygunu” ve “Büyük Posta Arabası Soygunu” filmleriyle ilk filmindeki gibi büyük başarı yakalayamadı.
D.W. Griffith (1875-1948)
“Ben her şeyi Griffith’e borçluyum.”
Sergei Eisenstein
D.W.Griffith Kentucky‘nin kırsal bir bölgesinde, Jacob Griffith‘ın oğlu olarak dünyaya geldi. Bir iç savaş kahramanı olan babasının öyküleriyle büyüdü. 19. yüzyılın melodramik romanları, onun dünyaya siyah-beyaz bir keskinlikle bakmasına sebep oldu. 1897 yılında, Griffith hem oyuncu hem de tiyatro yazarı olarak meslek hayatına atıldı. Edwin S. Porter’la Edison Company‘de çalıştı. American Biograph Company ile anlaştı ve bu şirket için yaklaşık 450 kısa film çekti. 1915 yılında “Bir Ulusun Doğuşu” isimli epik filmiyle sinema dünyasını sarsan Griffith bu filmiyle, sinema sanatına bir ‘biçim’ kazandırdı.
Sinemanın babası olarak tanınan D.W. (David Wark) Griffith, Sinema tarihinde sadece bugün en çok kullanılan teknikleri (yakın plan, erime, paralel kurgu) uygulamış olmasıyla değil, filmlerin hikâye anlatmak için iyi araçlar olduklarına inanmasıyla da yer edindi.
“The Adventures of Dolly” filmindeki ilk flash-back’leri, “For Love of Gold”da Amerikan plan denen planı, ayrıca dramatik ve gerilim öğelerini destekleyen plan anlayışını, önceden hazırlanıp, çekim senaryosu haline getirilen ilk senaryoları, dramatik ağırlığı her daim ayakta tutan mekân çalışmalarını sinemaya hep Griffith kazandırmıştır.
Bu sonu gelmez arayışların sonucu olan yeniliklerin artık yavaş yavaş tüm sinema tarihine işleyecek olan birleşimi, “The Birth of a Nation” (Bir Ulusun Doğuşu) buluşacaktı. Aslında bu filmi ön plana çıkaran; süresi ya da kurgu anlamındaki yeniliklerinden ziyade içinde yaşattığı o sert ırkçılık teması oldu. İşte bununla birlikte gelen tartışmalar bu filme inanılmaz bir getiri sağlamıştı. Artık Amerika toprakları üzerinde çekilecek maliyeti çok yüksek olan epik filmlerin alıcıları olduğunun bir yansımasıydı bu film. İtalya’nın o dönemki filmlerinin önünü kesecek bir anlayış doğuyordu. 1919’da Douglas Fairbanks ve Charlie Chaplin gibi isimlerle bir araya gelerek United Artists adlı şirketi kurdular. Şirketin amacı, bağımsız sanatçıların nitelikli filmlerine destek olmaktı.
Sessiz Sinema (1910-1927) döneminde başlayan rekabet ile kitlelerin ilgisini çekmek için yeni filmler yapılmaya başlandı. 10 dakikalık tek makaralar haricinde uzun filmler de çekilmeye başlandı.
Bu dönemde ünlü yıldızlar ilk kez ortaya çıkmaya başlamıştı. I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da Fransız ve İtalyan sinemaları başı çekmekteydi Amerika’da ise sessiz komedyenlerin yaptığı filmler gelişti.
Bu dönemde Louis Faudialle korku ve cinayet sinemasını geliştirmiştir. (Les Vampires 1915, Fantomas 1913). Bu dönemde İtalyan sineması çok figüranlı büyük dekorlu ve 6 – 7 makaralık destansı filmleriyle dikkat çekti. 1908 ve 1913’ te iki kez çekilen “Pompein’in Son Günleri”, “Quo Vadis?” (1912) , “Cabaria” (1914) gibi yapımlar Amerikalı D. W. Griffith’ i derinden etkilemiştir.
Griffith sinemayı ilginç bir eğlence düzeyine ulaştıran en önemli sinemacıdır.
Sinemada söze ve yazıya gerek duymadan izleyiciyi etkilemeyi başarmıştır.
Bir Ulusun Doğuşu
(Bir Üslubun Doğuşu)
1920’ lerdeki deneylerle Griffith yedinci sanatın kurucularından biri olmuştu.
Los Angeles’ in Clune Auditorium’ unda 8 şubat 1915 günü bir filmin dünyada ilk gösterimi yapıldı. Amerika’da büyük olaylar yaratan, o tarihten günümüze üstüne sayfalar dolusu yazı yazılan, yalnız Amerikan sinemasını değil, Avrupa sinemasını da büyük ölçüde etkileyen, daha doğrusu sinemanın bir dil olarak ortaya çıkışında önemli bir adım sayılan bu filmin aslında daha önce yüzlerce film yapmış bir yönetmenin, David Wark Griffith’ in (1875-1948), Thomas Dixon’ın romanından uyarladığı “The Clansman” filmiydi. Ama Dixon filmi görünce, “klan üyesi” anlamına gelen bu adın filme yakışmadığını, Griffith’ in filmine daha görkemli bir ad olan “The Birth Of a Nation” (Bir Ulusun Doğuşu) adını vermesi gerektiğini ileri sürdü. Bundan sonra da film bu adla anıldı.
Filmin Amerika’da gösterimi epey olaylara yol açtı. Çünkü film iç savaştan önce güney eyaletlerindeki sakin yaşamı, iç savaşı, savaşın getirdiği yıkımı, güneylilerin direnişini anlatıyor, bu arada ırkçı bir yeraltı örgütü olan Ku Klux Klan’ ı yüceltiyordu. Aslında roman, zencilere karşı ve ırkçı bir romandı. Griffith onu biraz yumuşatarak filme almıştı.
Bu arada ilk dört makaralık Amerikan filmi olan “Judith Of Bethulia“yı çevirdi. 1913 -1914’ te ötekilerden daha uzun olan dört film çevirdikten sonra “The Clansman” romanını filme almak isteyince kimse buna yanaşmadı. O da topladığı borç paralarla kendi şirketini kurarak film çekimine girişti. Filmin yapımındaki her şey o tarihteki uygulamaya göre akıl almayacak kadar büyüktü. Oyuncularla provalar altı hafta, çekim dokuz hafta sürdü. Oysa o tarihte bir filmin çekimi bir haftada bitebiliyordu.
Filmin ırkçılığına gelince, Griffith’ in ırkçılığı, faşizmin “üstün ırk” kuramıyla ilgisi olmayan bir ırkçılıktı. Ona göre, iç savaştan önce güneydeki düzen, ortaya çıkardığı uygarlık bakımından değişmemesi gereken iyi bir düzendi. Beyaz ırkla siyah ırkın yerleri ayrı ve belliydi. Beyaz ırk elbet daha üstündü. Ama bu yerleşik bir düzendi, yerleşik bir düzen değiştirilmeye kalkılınca da şiddet, anarşi, bozulma geliyordu. Filmde bütün zenciler kötü gösterilmiyordu, eski düzene bağlı kalan, yani toprakta çalışmaya devam eden, beyaz ailelerin yanında kalan “iyi” zenciler de vardı. Ku Klux Klan ise beyazları ve onların uygarlığını zencilerden korumak için güneylilerin giriştikleri kahramanca bir hareketti…
Dramatik anlatım açısından Griffith, sahnenin yerleşiminden çok o sahnenin duygusal içeriğinin, alıcının yerini ve bir çekimden ötekine geçişi belirlediğini anlamıştı. Böylelikle çeşitli çekimleri filmin sürekliliğini bozmadan kullanabiliyor, gerekirse bir savaş sahnesinde tek bir askeri de kesmeyle gösterebiliyordu. Çevrinmeyle kaydırmayı da yani alıcının gerek kendi ekseni çevresinde, gerek başka araçlar üstünde yaptığı hareketleri, gerektiği yerlerde belli etkiler yaratmak için kullandı. Böylelikle güzel öyküler anlatmada başvurulabilecek ayrı bir dil olarak sinemanın temelleri de atılmış oluyordu.
Bu yönetmenin özellikle Charles Dickens’in romanlarındaki kurgulama tekniğini ve paralel anlatım yöntemini sinemaya uyguladığı bilinmektedir. Bu filmde yakın çekim, iris, kararma ve açılma gibi pek çok çekim-kurgu tekniğini geliştiren Griffith, “Ticaretten anlasaydım bu tekniklerden birkaçını patente bağlardım ve yüzyıl film çevirsem kazanamayacağım parayı kazanırdım.” demiştir.
Sonuç olarak bu film sinemada kendisinden önce kullanılan bazı teknikleri bilinçli olarak bir anlatım dâhilinde kullanmayı başarmıştır. Filmin sonlarına doğru Amerikan Başkanı’nın öldürüldüğü sahnede koşut görüntü başarıyla kullanılmış ve izleyici olaya hazırlanmıştır. Henüz serüvenin başında olan sinema sanatı için oldukça heyecan verici bir anlatım biçiminin keşfi, daha doğrusu bu keşfin yarattığı heyecanın perdeden izleyiciye taşınmasıdır bu film.
Hoşgörüsüzlük
(Sinemada Öngörü)
Griffith bu filmden kazandığı parayla ikinci büyük filmini gerçekleştirmeye başladı: “Intolerance” (Hoşgörüsüzlük). Bu film, aynı zamanda Griffith’in eleştirilere karşı kendini savunması oluyordu. Film, tarih içinde çeşitli dönemlerde geçen dört ayrı öyküden oluşuyordu:
(1) Babil’ in düşüşü: Kötü başrahip dürüst krala karşı Perslerle birlik olup Perslerin şehri ele geçirmesine, yakıp yıkmasına ve Kral’ın öldürülmesine yol açıyordu.
(2) Passion: İsa’nın yargılanıp çarmıha gerilişi anlatılıyordu.
(3) St. Barthelemy: Rönesans Fransası’nda Katolikler çeşitli oyunlarla Kral’ı Protestanlara karşı kışkırtıp St. Barthelemy kıyımına yol açıyorlardı.
(4) Ana ile yasa: Bu öyküde konu, işlemediği bir suçtan yargılanan genç bir adamla “sosyal reformcular” tarafından çocuğu elinden alınan karısının öyküsüydü. Bu dört öykü, bazen filmin ortak temalarıyla, bazen beşiği sallayan bir kadın görüntüsüyle birleştiriliyordu. Simgesel bir anlamı olan ve şair Walt Whitman’ın bir dizesinden esinlenen bu ana-kadın görüntüsü, insanlığın gelişimini, barışı, ışığı, bereketi, sonunda her şeye üstün gelecek adaleti, iyiliği çağrıştırıyordu.
Filmin ana temasının, “hangi kılıkta olursa olsun her çeşit haksızlık ve baskıya karşı bir çıkış” olduğu söylenebilir. Bütün öykülerde insanı insanlıktan çıkaran küçük, kötü, bencil hesaplar, kıskançlıklar, insanları bölüp onların yıkımına yol açan dinsel, siyasal inançlar anlatılıyordu.
Griffith bu filmin büyük olması için her şeyi yapmıştı. Babil sarayı 70 metre yüksekliğinde, 1600 metre genişliğindeydi. Balthazar şenliğinde 4000 kişinin çekimi için görüntü yönetmeni Billy Bitzer balon kullanmak zorunda kalmıştı. 22 ay 12 gün süren çekim sırasında 60.000 kişi (figüran, işçi, oyuncu, teknisyen, vb.) kullanılmıştı. 100.000 metre negatif harcanmış (66 saat eder) ama iki aylık kurgu çalışması sonunda bunun ancak yirmide biri kullanılmış, film böylece üç saate (14 makara) indirilmişti. Ama 5 Eylül 1916 da New York’ta gösterime başlayan film, ticari yönden tam bir başarısızlığa uğradı. Belki filmin yapısı o dönem izleyicilerine fazla karmaşık geldi, belki de filmin “barışçı” teması, savaşa hazırlanan Amerikalılar için fazla çekici değildi.
Griffith ayrıca birbirinden ayrı zaman ve mekânların süreklilik sağlanabilirse izleyicinin zihninde bir bütün oluşturabileceğini anlamıştı. Saldırıya uğrayanları kurtarmaya gelenlere yapılan bir kesme, izleyicinin anlaması bakımından bir zorlama yaratmıyor, tersine heyecanı artırıyordu.
Bu teknikle kişilerin aklından geçenleri aktarmak da olanaklıydı. Üzgün bir kadının yüzünden sonra savaş alanında yatan kocasına geçilirse bu oldukça etkili olabiliyordu.
Bundan başka Griffith, “almaşık kurgu”yla “koşut kurguyu” da geliştirdi. “Hoşgörüsüzlük” filminin günümüzde geçen öyküsündeki grev sahnesi almaşık kurguya iyi bir örnektir. Polisin işçilere saldırması kısa çekimlerle verilmiştir. Büyük bürosunda oturan patronun çekimiyse yukarıdan, hareketsiz tek bir çekimdir.
Griffith’in filmlerinin kendinden sonrakilere etkisi büyük oldu. Belki de Orson Welles’ in değişik bir anlatım denemesinde olduğu kadar, Amerikan sineması onun açtığı yoldan yürümüştür. Ayrıca dünya sinemasını da etkilemiştir. Örneğin, 1919 yılında “Hoşgörüsüzlük” ün bir kopyası Moskova’da gösterilmeye başlamıştı. Bu filmin sinemayı yeni yeni tanımaya ve kullanmaya başlayan Sovyet film yapımcıları üstündeki etkisi büyük olmuştur. Örneğin, bu filmi görenler arasında kimyagerlikle tiyatro oyunculuğu arasında kararsız duran Pudovkin de vardı. Pudovkin, filmi gördükten sonra kararını vermişti:
“Üstümde büyük bir etki yaratan Hoşgörüsüzlük filmini gördüm. Bu film benim için geleceğin sinema sanatının bir simgesi oldu. Onu gördükten sonra sinemanın gerçekten bir sanat olduğuna, hem de büyük gizil güçleri olan bir sanat olduğuna inandım.”
Sonuç olarak; paralel kurgu, yakın ve geniş plan, omuz çekimi, bindirme, kararma, alçalma, flash back gibi teknik ve sinemasal araçları pratiğe döken; Sergei Eisenstein, Erich von Stroheim, Pudovkin, Fritz Lang, John Ford gibi birçok usta yönetmeni etkileyip onlara yön veren Griffith; 1948’de yoksul biri olarak öldüğünde çoktan unutulmuştu…
Diğer Önemli Filmleri:
1908 The Adventures of Dolly – Dolly’nin Maceraları (ilk filmi)
1913 Judith of Bethulia – Berhulialı Judith
1918 Heart of the World – Dünyanın Yürekleri
1919 Broken Blossoms – Kırık Tomurcuklar / Kırık Çiçek (Jim Jarmusch ve Aki Kaurismaki’nin Sound and Sight dergisine verdikleri 10’luk listelerinde Broken Blossoms da yer alıyor.)
1920 Way Down East – Güney Yolu / Doğuya Giden Yol
1921 Dream Street
1921 Orphans of the Storm – Fırtına Çocukları
1922 One Exciting Night
1924 America
1925 Sally of the Sawdust
1930 Abraham Lincoln
1931 The Struggle – Mücadele – (son filmi)
Kaynaklar:
Prof. Dr. Âlim Şerif Onaran -Sinemaya Giriş,
Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi,
Nijat Özön-Sinema El Kitabı,
İnternet ortamında isimsiz yazılar…
Kamuran Yüzbaşı
Yüksek Lisans / Mart 2009
Devam...
ŞU GÜLSEREN BUDAYICI!
BIKTIK!
DÜĞÜMLERİ ÇÖZMEK